Gerçek Peşinde Yeniler, dünyayı karış karış fethe çıkan eski zaman gemicilerine, maceracı gezginlere benziyorlar. İçle
Gerçek Peşinde
Yeniler, dünyayı karış karış fethe çıkan eski zaman gemicilerine, maceracı gezginlere benziyorlar. İçlerinde tutuşan bu macera hırsı nereden geliyor bilinmez ama bu ateşle yandıkları muhakkak. Çoğunun iddiası gerçeği ele geçirmektir. Diyeceksiniz ki bilgi de böyle bir maceraya atılmıştır. O da gerçeğin peşindedir. Doğru ama yeniler gerçeğe bilgin gözüyle bakmıyorlar. Yenilerin olaylar önündeki durumunu şöyle açıklayabiliriz: Yeni, elindeki bütün vasıtalara başvurarak, aklı, duyguları, duyuları, hayal kurma gücünü, şuuraltını araya koyarak gerçeğin bütün belirtilerine dokunmak, gerçeğin bütün belirtilerini elden geçirmek istiyor. İstediğini elde edebilmek için de, dediğimiz gibi, bazen aklından, bazen muhayyilesinden, bazen şuuraltından, bazen de duyularından faydalanıyor. Hatta bu işte aklını pek az kullandığını söyleyebiliriz. Yeniye göre, akıl, gerçeği oluş halinde, bütünüyle kavrayamaz. Proust; “Gönlümüz veya kafamız için en önemli şeyi bize düşüncenin öğretmediğine, bunu bize başka kuvvetlerin öğrettiğine, yaşadıkça, yavaş yavaş, her olayda ayrı ayrı dikkat ederiz. Akıl bu kuvvetlerin üstünlüğünü görerek, muhakeme ile kendiliğinden yerini onlara verir. Onların yardımcısı olmayı, emirlerine girmeyi kabul eder,” der. (Albertine, I, 14).
Birçok yenilere göre şiir, resim, gerçeğin aranması bir bilgi, bir dünya görüşüdür. Jules Supervielle: “Daha kolay, her birimize daha yakın bir şiire gidiyoruz,” diyor, “öyle bir şiir ki, bizi elimizden tutsun, uzaklara, uçurumlara doğru götürsün.” Gene Supervielle: “Vazgeçemediğimiz şu dünyayı temsil etmek şiirin ödevidir,” diyor. Yeni gerçekçi bir ressam olan Mareel Gromaire de, yeni anlamıyla gerçekçiliği açıklarken şöyle söylüyor: “Gerçekçilik bir nesnenin bütününün aranmasıdır. Gerçekçilik, baktığımız her şeyin yüzünü değiştiren alışkanlığın perdesi altında gizli duran, henüz tanımadığımız için bilmediğimiz yahut tanınmayacağı için, bilmediğimiz gerçeğin aranmasıdır.”
Şurası var ki Baudelaire’e kadar şair, duyguların, olayların, (fikirlerin dışındadır. Baudelaire’den sonradır ki, şiir, kendi iç olaylarımızın ve böylelikle insanın içine vuran dış gerçeğin topyekun ifadesi oluyor.
Yeniler, önce insanoğlunu fethetmek istiyorlar. Sürrealistler şuuraltının karanlık dünyasına girmiş görünüyorlar. Hem yalnız bu karanlık dünyaya girmekle de kalmıyorlar, gün ışığına çıktıkları zaman, denizlerin diplerinde yaşayan bitkilere, hayvanlara benzeyen şuuraltı ürünlerini de beraber getiriyorlar. İnsanın gerçek yüzünü ancak rüyalarında, hulyalarında, çeşitli sayıklamalarında, birsamIarında tanımak kabil olabileceğini söylüyorlar.
Birtakım yeniler, birtakım hayal tiryakileri de, mantık kurallarının sınırladığı manalar dışında insanoğlunun keyfini okşayan manalar ele geçiriyorlar. Mantık kurallarına göre yan yana düşmesine imkan olmayan anlamları çiftleştiriyorlar. İdris ağacına yalnız kiraz aşılanabileceğini sananlar ise yeni lezzette yemişler önünde şaşırıp kalıyorlar. Böylelikle hem insanoğlunun macera hırsı, hem de yeni imkanlar denenmiş oluyor.
Resimlerine sahici kutu kapakları, halı parçaları ekleyen Picasso gibi, şair de şiire, şiirin düşmanı sanılan nesri katıştırıyor. Bunun tersi de deneniyor. Baudelaire, mensur şiirleriyle, şiirin nazımla ilgili bir şey olmadığını ispat edeli çok oldu.
Bir Fransız yazarı, Rene Bertele: “Bilhassa W. James ve Freud’dan beri iç yaşayışımız hakkında yeni bir düşünce doğdu; iç yaşayışımız artık müphemle vazıhın, bugünle geçmişin, gerçekle muhayyelin, meş’urla gayri meş’urun bir arada katıldığı, daimi oluş halinde, seyyal, hareketli bir akış şeklinde telakki ediliyor. Bundan yeni bir insan tarifi çıkıyor. İnsan artık şimdiye kadar edebiyatların tespit ettiği gibi itibari, biraz da keyfi görünüşlerden ibaret değildir. İnsan (virtuel-gizil) kuvvetlerle doludur. Yeni ruhbilim bütün bunlarda şahsiyetin derin köklerini bulmak istiyor,” diyor.
Yeni şair işte bu gizli kuvvetlerle oynayan, yakından ilgilenen, denemelere girişen, bu gizli kuvvetleri içinde yakalayıp çığa vuran, çoğu zaman aklı bir tarafa bırakıp duyularıyla, hayal kurma gücüyle, içgüdüleriyle, şuuraltıyla maceralara atılan, dış gerçeği olduğu kadar iç gerçeği de bu vasıtalarla yakalamaya alışan sanatçıdır. Yeninin, yeni şairin bu maceracı tarafını, bunun çok çocuğa benzeyen tarafını da yeniliğin vasıflarından biri olarak bellemek lazım.
Yeni şiir, önce, karışık sandığı insanoğlunu fethetmek istiyor, dedik. Surrealiste’lerin başarılarından söz açtık. Jules Supervielıe’in “vazgeçemediğimiz şu dünyayı temsil etmek şiirin ödevidir” sözünü belki de bir kuru gürültü sananlar vardır. İddialar bir tarafa Supervielle, insanoğlunun içindeki hiç dokunulmamış tellerden sesler çıkarmasını bildiğini eserleriyle gösteriyor. Aslındaki değerini ister istemez eksilterek Türkçeye çevirmek zorunda kaldığımız ”Alter Ego-Bir Başka Ben” adlı diyalog dikkatle okunursa herkes kendi içinde böyle bir “Alter Ego” bulunduğunu sezebilir. Bu sezgi vehimden başka bir şey değilse, bu şiir, insanoğlunun vehim gerçeğini açıklıyor, insanoğlunun neler vehmedebileceğini gösteriyor, değilse insanoğlunun içine ait bir gerçeğe dokunuyor demektir. İşte “Alter Ego”nun Türkçesi:
Fareye bak fareye (O fare değildi)
Bir kadın uyanıyor (Ne biliyorsun)
Bu kapının da gıcırtısı (Daha bu sabah yağlandı)
Duvarın yanında (Ne duvarı canım)
Ağzımı açmak kısmet değil (Daha iyi ya susarsın)
Kımıldayamıyorum (Yolda yürüyorsun ya)
Nereye gidiyoruz böyle (Ben de sana soracaktım)
Yalnızım bu dünyada (Ben yanındayım işte)
Yalnızım hem de nasıl (Ben senden de yalnızım)
Yüzünü görüyorum (Kimseler beni görmedi)
İçinde buna benzer sesler duymadığını, bu şiirin bizim bir gerçeğimize dokunmadığını kim ileri sürebilir? Yalnız bu yeni şairin insan gerçeklerini yakalamada kullandığı usulden, bir cümle ile olsun, bir kere daha bahsedelim. Şair burada akıldan başka bir şeye dayanarak şimdiye kadar dokunulmamış bir telden bu sesleri çıkarmayı başarmıştır. Belki sezmiş, belki vehmetmiş, belki duymuş, hayalinde böyle bir şey icat etmiş, ama eline geçirdiği bu incecik şeyi incitmeden, öldürmeden beyaz kağıdın üstüne dökmüştür.
Şimdi de Marcel Proust’un eserinde hiçbir klasik, romantik unsura rastlanmayan, sade yeni, baştan aşağı yeni olan bu yazarın, akla dayanmadan gerçekten koparabildiği parçalardan bir iki örnek verelim:
“Büyükannemden başka bir varlık, büyükannemin saçlarını gülünç bir şekilde başına takmış, bu çarşaflara uzanmış bir çeşit hayvan, yatağın üstünde iki kat, soluyor, inliyor, çırpınışlarıyla yorganları sarsıyordu. Büyükannem bizi tanımıyor, bilmiyor, bütün bu hareketleri de bizim için yapmıyordu. Ama bu hareket eden varlık bir hayvandan başka bir şey değilse, büyükannem ne olmuştu!”
“Yatağıma boylu boyunca uzanmıştı. O kadar tabii duruyordu ki insan kırk yıl kalsa bu duruşu icat edemez. Üzerinde, oraya bırakılıvermiş çiçekli, uzun bir bitki hali vardı: öyleydi de.
Gözlerini kapayıp içi geçince, Albertine, tanıştığımız günden beri beni hayal sukutuna uğratan çeşitli insan karakterlerinden birbiri ardı sıra soyundu. Artık otların, ağaçların şuursuz hayatıyla yaşıyordu. Bu hayat benimkinden farklı, benimkinden daha acayipti ama, bana daha yakındı.”
Bir Fransız yazarının başka bir meseleye örnek olarak verdiği, bizim de oradan buraya geçirdiğimiz bu satırlarda, Proust’un, büyükanneyi bir hayvan, Albertine’i de bir bitki olarak görmesi, fikrini daha iyi anlatabilmek için yaptığı bir benzetme değildir. Proust, insanda zaman zaman hayvana, zaman zaman bitkiye benzeyen bir hal sezdiğini, adeta insanlığın milyonlarca yıl süren gelişimini bir anda bir insanda görüverdiğini anlatmak istiyor. Proust’un bu gerçeği, aklıyla değil, sezisiyle yahut duyularıyla ele geçirdiğine tekrar işaret ettikten sonra, biraz da bizim yeni şairlerden, bu yoldaki başarılarından söz açmak isterdim,