Recai KAPUSUZOĞLU recaikapusuzoglu@hotmail.com METİNLERARASILIK BAĞLAMINDA “AĞIT” ŞİİRİNİN TAHLİLİ VE ARİF NİHAT ASYA’NIN İMGE D&
Recai KAPUSUZOĞLU
recaikapusuzoglu@hotmail.com
METİNLERARASILIK BAĞLAMINDA “AĞIT” ŞİİRİNİN TAHLİLİ VE ARİF NİHAT ASYA’NIN İMGE DÜNYASI
AĞIT…
Ağlayın, parmakları nur
Sularından kınalı kızlarım
Ağlasın Meraga göklerinden
Meraga'ya bakıp yıldızlarım
Yollara Kürşadlar uzanmış ölü
Ağlasın Akülke, ağlasın Sütgölü
Yiğitlerim uyur gurbet ellerde
Kimi Semerkant'ta bekler beni
Kimi Caber'de
Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok!
Ben nasıl varım?
Ağla ey Tanrı Dağları’ndan
İndirilmiş Tanrı’m!
Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez?
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?
Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İdil'le Tuna'yla Nil'le konuşurdum.
"Sangaryos"u "Sakarya" yapan,
"İkonyom"u "Konya" yapan
Dille konuşurdum.
ARİF NİHAT ASYA
Bilindiği gibi Arif Nihat edebiyatımızda aruz, hece ve serbest ölçüyü başarıyla kullanan tek şairdir. Edebiyatımızda Faruk Nafiz gibi hem aruzu hem heceyi, Cahit Sıtkı gibi hem heceyi hem serbest şiiri başarıyla kullanan şairler çıkmıştır; ancak üç vezni de başarıyla kullanan tek isim Arif Nihat’tır.
Arif Nihat’ı şöhrete ulaştıran , “Ağıt” şiirinin de içinde bulunduğu ‘Bir Bayrak Rüzgar Bekliyor’ isimli kitabı 1946’da yayınlanmıştır. Bu tarihte aruz büyük ölçüde şiire veda etmiş, heceyle yazan şairler, son sözlerini de söylemiş bulunuyorlardı. Orhan Veli ve arkadaşları vezinsiz ve kafiyesiz şiiri yaygınlaştırmaya çalışıyorlardı.
Serbest vezinle başarılı şiirler yazmış ve ilkin bu şiirleriyle tanınmış olan Arif Nihat, Orhan Veli gibi vezinsiz ve kafiyesiz şiirler yazmamış; serbest vezinli fakat kafiyeli şiirler yazmıştır.
Bu özellik şairin şiirde duygu ve düşünce kadar ahenge de önem verdiğini gösterir. Bu yazıda söz konusu edeceğimiz “Ağıt” şiiri de ilk önce güçlü ahengiyle dikkatimizi çeker. Şair kafiyenin yanı sıra, ses ve sözcük tekrarlarıyla güçlü bir ahenk yakalayabilmiştir.
Şiirin geneline hakim olan duygu, geçmişin güzel günlerine duyulan özlem ve bu güzelliklerden uzak kalmaktan kaynaklanan üzüntü, daha ilk sözcükten itibaren kendini hissettirir. Birinci bentte kalın ünlülerin sık kullanılmasıyla sağlanan asonansın yanı sıra “nûr” sözcüğünün ünlüsünün çok uzatılarak okunması gerekliliği şiire adı gibi bir ağıt havası verir. Biz şiiri okurken ağlayıp inleyen bir insanın feryatlarını duyar gibi oluruz. İlk ağlayanlar, parmakları kınalı kızlardır; o kına nurlu, ışıklı sularda karılmıştır. Kızların parmaklarındaki ışık, yıldızların ışığına kapı aralar.
Edebi eser düşünceden çok, duygu ve hayal ürünüdür. Bu bakımdan, yalın bir ifade, ne kadar güzel görünürse görünsün, ne kadar kolay anlaşılırsa anlaşılsın, duygu ve hayal ögelerinden yoksun olması nedeniyle, zevkimizi okşayamaz. Çoğu epik şiirin bize yavan ve kuru gelmesinin nedeni budur.
Güzel ve etkileyici bir şiirde estetik duyguyu geliştirmek üzere dil, belli bir düzen içinde kullanılır; özgün imge ve çağrışımlarla okuyucun zihninde bir resim oluşturulur.
İnsanlar, gerçek hayatta var olan nesneleri, olayları duyu organlarıyla algılar; bu algılama insan bilincinde çeşitli işlemlerden geçer ve bireye göre farklı şekillere, durumlara dönüşür. Böylece "imge" oluşur.
İmge, gerek sanatçının yarattığı eserinde, gerekse konuşma dilinde düşünceyi renklendiren, ona etkili bir ifade gücü kazandıran işlevlere sahiptir. İmgeleri edebî sanatlar meydana getirir.
“Ağıt” şiirini tam olarak kavrayabilmek, şairin imge dünyasının sınırlarına erişebilmek, zengin bir tarih, coğrafya ve mitoloji bilgisini gerektiriyor. Meraga, Caber, Tiyanşan, Tanrı Dağları, Semekant, İdil gibi yerlerin dünya coğrafyasındaki yerlerini az çok tahmin etmek, şiiri anlamamızı kolaylaştırır.
Meraga bugün İran sınırlarında kalan eski bir Türk şehridir ve burada Türk gökbilimci Nasreddin’ et Tusi tarafından büyük bir rasathane kurulmuştur. Meraga ile yıldız ilişkisi bundan kaynaklanır. Şair yıldızları kişileştirerek onları kendi üzüntüsüne ortak eder.
Caber, bugün Suriye topraklarında bulunan ve Osmanlı Devleti'nin kurucusu Osman Bey'in dedesi Süleyman Şah'ın türbesinin bulunduğu kalenin adıdır. Türkler için büyük manevi değer taşıyan Caber Kalesi, Fransa ile TBMM Hükümeti arasında 1921 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşması gereğince, Türkiye'ye bırakıldı ve Türkiye’ye orada muhafızlar bulundurma ve Türk bayrağını çekme hakkı tanındı. Anadolu toprakları dışında Türk bayrağının dalgalandığı bir vatan parçasıdır Caber.
“Kürşad” hakkında bütün bildiğimiz: Göktürkleri Çin esaretinden kurtarmak için kendisi gibi esir 40 yiğitle, Çin imparatorunun sarayına saldırdığı ve hürriyet uğrunda can verdiğidir. Kürşad’dan bahseden ilk isim Nihal Atsız’dır. 1939 yılında Nihal Atsız, bir yazısında Kür Şad'dan bahsedip üniversite meydanında tek parçalı sade bir taşla kırk bir kılıçtan ibaret bir abidenin dikilmesini önerir. Daha sonra 1946 yılında kaleme aldığı ünlü “Bozkurtların Ölümü” romanında "Kür Şad" karakterini kullanır.
Şiiri anlayabilmek için Türk mitolojisini de bilmek gerekir demiştik. İkinci bentte geçen Sütgölü ya da Akgöl (Akülke) eski Türklerin inancına göre gök aleminin katlarının birinde bulunan tılsımlı bir göldür. İnananlara ilk ruh ve ilk hayat, Sütgölü’nden alınan damla ile verilir. Bir çocuk doğacağı zaman Türk mitolojisinde doğum ve bereketin sembolü olan tanrıça Umay (bazı Türk boylarında güzellik tanrıçası Ayzıt); tarla, çiçek ve yemiş perilerini alarak lohusanın yanına gider. Süt gölünden aldığı damlayı çocuğun ağzına damlatır. Bu, çocuğa verilen ruh olur.
Şair, “beni bekler” derken aslında mecaz-ı mürsel yoluyla “bizi bekler” demektedir. Semerkant’ta, Caber’de uyuyan yiğitler, bizi niye beklemektedir? Zaten bizim olan bu toprakları, büyük vatan toprağıyla birleştirmemiz için.
Arif Nihat’ın “Ağıt” şiirinde “Turan” özlemini dile getirdiğini görüyoruz. Ancak onun Turancılığı Ziya Gökalp’in ve Nihal Atsız’ın Turancılık anlayışından çok farklıdır. Arif Nihat, Türk- İslam sentezi diye adlandırılan milliyetçilik anlayışının bir temsilcisidir. Ünlü “Dua” şiirinde onun bu özelliğini görürüz:
Müslümanlıkla yoğrulan yurdu,
Müslümansız bırakma Allah’ım!
Bizim şanlı ve büyük bir tarihimiz varmış. Ancak, son asırlarda yaşadığımız yenilgiler bizi zayıf düşürmüş, küçültmüş. Milliyetçi sanatçıların en büyük özlemi, o parlak geçmişi yeniden yaşama tutkusudur:
Arif Nihat, Caber’i Semerkant’ı özlerken meselaYahya Kemal, çocukluğunun geçtiği Balkan topraklarının bizden koparılmış olmasının hüznünü dile getirir:
Aldım Rakofça kırlarının hür havâsını,
Duydum, akıncı cedlerimin ihtirâsını,
Her yaz, şimâle doğru asırlarca bir koşu…
Bağrımda bir akis gibi kalmış uğultulu…
Mağlûpken ordu, yaslı dururken bütün vatan,
Rü'yâma girdi her gece bir fâtihâne zan.
Şair, rüyasında her gece akıncı atalarının atlarının nal seslerini duyar. Ordu mağlup, vatan yaslı iken tarihin şanlı sayfalarına sığınmaktan başka çare var mıdır?
“Ağıt” şiirinin üçüncü bendinde şair hitabın yönünü değiştirir ve çığlık çığlığa sorar:
Caber yok, Tiyanşan yok, Aral yok!
Ben nasıl varım?
Bu, iltifat sanatına bir örnektir. İltifat sanatı, bir konu devam ederken, anîden bir duygunun ortaya çıkışıyla sözün muhatabının değişmesi demektir.
“Yok” sözcüklerinin yinelenmesiyle oluşan tekrir sanatı, sözcük vurguları, şairin yaşadığı duygu fırtınasını dışa vuruyor. Bu tekrarları ortadan kaldıracak olsak dize bütün büyüsünü kaybedecektir: Caber, Tiyanşan, Aral yok!
Ağla ey Tanrı Dağları’ndan
İndirilmiş Tanrı’m!
Tanrı Dağları, Orta Asya’daki bütün Türk ülkelerine yayılmış bir dağ zinciridir. Bugünkü siyasi coğrafya dikkate alınırsa, Özbekistan, Kazakistan, Kırgızistan ve Doğu Türkistan’ın merkezi kısımlarına yayılır. Tanrı Dağlarının bir milyon kilometre karelik bir alanı kapladığı söylenir. İşte burası bizim anavatanımızdır. Ancak 20. yüzyılda bu topraklar Rus ve Çin hakimiyeti altında kalmıştı. O yıllarda Türk milliyetçilerinin en büyük özlemi buraların yeniden özgürlüğüne kavuşmasıydı. Günümüzde Doğu Türkistan dışındaki Türk toprakları özgürlüklerini elde edebildiler. Yazık ki Arif Nihat, bu en büyük hayalinin gerçekleştiğini göremedi.
Şu yakın suların
Kolu neden bükülmez
Fırat niçin, Dicle niçin, Aras niçin
Benden doğar, bana dökülmez?
“Ağıt”ın dördüncü bölümüne sorular hakimdir. Şair cevabını bildiği soruları okuyucuya yönelterek tecahül-i arif yapar ve okuyucuyu düşünmeye zorlar. Anadolu, büyük bir kara parçasıdır ancak bu şaire yeterli gelmez. O daha büyük bir vatan hayal eder:
Ben ki ateşle konuşurdum, selle konuşurdum
İdil'le Tuna'yla Nil'le konuşurdum
İdil Orta Asya’da, Tuna Avrupa’da, Nil Afrika’da… Fırat’ın, Dicle’nin, Aras’ın denize döküldüğü yerler de bizimdi. Ya şimdi?..
Aynı üzüntüyü Yahya Kemal, yukarıda birkaç dizesini alıntıladığımız “Açık Deniz” şiirinde şöyle dile getirir:
Hicretlerin bakıyyesi hicranlı duygular…
Mahzun hudutların ötesinden akan sular,
Gönlümde hep o zanla berâber çağıldadı.
Daralan, küçülen hudutlarımız mahzundur. Bu hudutların dışında kalan nehirlerin -Tuna’nın, Arda’nın, Meriç’in -çağıltısı şairin gönlünden hiç gitmez, dilinden o denizlerin tuzu silinmez: “Hâlâ dilimdedir tuzu engin denizlerin!” deyişi bundandır. “Bir bitmeyen susuzluğa benzer bu ağrıyı” şairin gezip gördüğü hiçbir kıyı dindirmez. O, ufuktaki sonsuzluğun tadını özler.
Yahya Kemal, doğduğu şehir Üsküp’ü kaybediş ıstırabını gönlünün en ücra yerlerinde duymuştur. O, ayrılığın bir kopuş olduğunu düşünmemektedir. Yahya Kemal, düşünce ve yaşayış tarzı bakımdan Üsküp’ün bir Türk şehri olarak kaldığını belirtir:
Vaktiyle öz vatanda bizimken, bugün niçin
Üsküp bizim değil? Bunu duydum, için için
Kalbimde bir hayali kalıp kaybolan şehir!
Ayrılmanın bıraktığı hicran derindedir!
Çok sürse ayrılık, aradan geçse çok sene,
Biz sende olmasak bile, sen bizdesin gene.”
(Kaybolan Şehir-Yahya Kemal Beyatlı)
Kendisi de bir “serhat çocuğu” olan Yahya Kemal Beyatlı, doğduğu toprakların maddi ve manevi atmosferini derinden hissetmiş ve bu hislerini eserlerine aksettirmiştir.
Arif Nihat, ikinci dizeyi kinayeli kullanarak “Şu yakın suların/ Kolu neden bükülmez” diye sorar. Necip Fazıl cevap verir: “Rabbim isterse, sular büklüm büklüm burulur”
Geçmişin şanlı günlerine duyulan özlem Necip Fazıl’ın “Sakarya Türküsü”nde de çok belirgindir:
Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?
Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna?
Necip Fazıl da Arif Nihat gibi sınırlarımızın küçülmesinden duyduğu üzüntüyü, dışarıda kalan nehir isimlerini sayarak şiirleştirir: “Cömert Nil, yeşil Tuna” artık bizim değildir, elde sadece Sakarya kalmıştır. Onun da “mukaddes bir yükü” vardır, “ağır bir imtihan”la karşı karşıyadır. Yüz üstü çok sürünmüştür, silkinip ayağa kalkmak zorundadır.
Bizden ayrı kalan nehirler de bizi özlemektedir, bizden koparıldıkları için hepsi mahzundur:
Tuna boylarında sıra serviler