MODA İNANÇLARIN BASKISI- Yaşar Nabi Nayır Fransa'da gençler, bir Malraux'yu, küçümsedikleri bir Maupassant'dan, bir Anatole France'tan çok üstün tutuy
MODA İNANÇLARIN BASKISI- Yaşar Nabi Nayır
Fransa’da gençler, bir Malraux’yu, küçümsedikleri bir Maupassant’dan, bir Anatole France’tan çok üstün tutuyorlar. Neden ileri geliyor bu görüş? «Yirminci Yüzyıl’ın edebi bilançosu»nu yazan M. Alberes’e sorarsanız, «bu bir snobizmin sonucu değildir, toplum, düşünce, politika, filozofi ve ekonomi ile ilgili bir kompleksin etkisini aramak lazımdır» bu görüşte, Nouvelles Litteraires’de bu konuyu ele alan Robert Kemp ise açıklamada daha ileri gidiyor: «Otuz yıldır yenilikten yana düzenlenmiş, yoğun bir propaganda gençlerin ağabeylerine karşı hınçlarını bilemiş, dünyanın saçmalığı, insanlık şartlarının trajikliği duygusunu dayanılmaz bir yıkıcılığa kadar yükseltmiştir.» diyor ve ekliyor: «Karamsarlığın bütün parolaları durmadan ve ısrarla ona tekrarlanmasa, Dante’nin lanetlileri gibi bir kaynar katran çukurunun içinde bulunduğu ona anlatılmasa on altı yaşındaki liselinin, hiç yaşlanmayan güneşin parlaklığı, baharın yeniden gelmesi, genç kızların tazeliği karşısında o korkunç hüzne kendini kaptırması mümkün müydü? Aslında doğru olan ama bize dünyayı haram etmesi için de bir sebep bulunmayan bir gerçeği, bir kabus haline getirdiler.
«Devlet öğretimi de, hiç de söylendiği kadar «şişirilmiş» olmayan değerlere kin aşılayarak ruh bozucu gayretlerin suç ortaklığını etti. Barres, Bourget, Anatole France gibi yazarları insanlığa kayıtsız kaldıkları, rahat bir hayatın edebiyatını yaptıkları iddiası ile gözden düşürdüler, daha ergenlik çağına girmemiş çocuklara kişileri ruh hastası olan aşırı gerçekçi eser/er okuttular. Sanki tımarhane havası, anasının karnından çıkmak talihsizliğine uğramış her Fransızın ana-iklimi idi … On altı yaşındaki çocuk seçtiklerini kendiliğinden seçmez, politik, ekonomik şartlarla umutsuz bir felsefe de o yaştaki çocuk üzerinde kendiliğinden bir etkide bulunamaz. Tabiat ana, yavrularını bu teranelerle beslemez.
«Malraux’ya hayran olmakta haklıdır. Ama onu hayran olmaya sevk etmişlerdir, hem de hiç de Malraux ayarında olmayan daha başka putlarla birilikte. Önüne Lautreamont’u attılar ve Verlaine’in artık yavanlaşmış olduğunu söylediler. Musset’nin kötü bir şair olduğunu öğrettiler ona. Oysaki Musset, çektiği dertlere bakmadan onu sevimli düşlere götürecek –on altı yaşındaki liselinin henüz duymadığı- acılarını, güzel hayaller ve güzel kızların sevimliliğiyle avutacaktı. Karışık bir çağın tabii ürünü olan bir edebiyat yeni yetişenlerin çevresini kuşattı ve yalnız kendisini beğenmenin bir görev olduğu düşüncesini aşıladı ona. İnce ruhları hırpaladılar. Çocukların tereyağlı dilimlerinden ıstırap reçelleri akıyordu.»
Bu iki Fransız eleştirmecisi yanılıyorlar mı görüşlerinde? Çağımızda birtakım moda inançların sanat üzerinde, doğrudan doğruya ya da vasıtalı, olarak, büyük bir baskısı bulunduğundan söz açmak yersiz midir? Bence hiç de değil.
Edebiyatın Fransa’daki gelişmeleri ile başka ileri memleketlerdeki durumu arasında yapılacak bir kıyaslama bile bu bakımdan şaşırtıcı sonuçlar verir bize. Gerçekten, R. Kemp’in dediği gibi, Maupassant dediniz mi bugünün Fransız sanatçısı ya da sanatseveri dudak büker. Ama ana leyleğin acımadan yuvadan attığı yavruyu başkaları benimsemiş, bağırlarına basmışlardır. Bir Amerikalı, bir İngiliz ya da İsveçli için Fransızın kendi ulusal dehasından fışkırmış eski değerlere karşı duyduğu küçümseme aklın alacağı şey değildir. Öyledir, çünkü onlarda yukarda sözü edilen baskının etkileri ya hiç duyulmamış, ya da sanat görüşlerinde temelden değişiklikler yapacak derecede duyulmamıştır.
Fransa 1914 den beri felaketten felakete sürüklendi. Kendisini pek şımartmış olan 1918 zaferi umduklarını getirmediği için onu hayal kırılışına uğrattı. 1940 yenilgisi ise kendinden şüpheye düşürdü. İkinci Dünya Savaşının zaferinde hiçbir şeref payı olmadığı halde gene de yenenler arasında bulunmaktan duyulan utanç kompleksi, zafere rağmen imparatorluğun yavaş yavaş elden çıktığını görmenin verdiği umutsuzlukla birleşince bugünün Fransız aydınlarının korkunç bir karamsarlığa kendilerini kaptırmalarında anlaşılmayacak bir taraf yoktur, sanırım.
Edebiyat alanında, öncülük sorununu her zaman elde tutmuş olmanın verdiği "herkesten üstün olma» isteğiyle büyük dehalar yetiştirmiş bir ulusa seslendiğini bilmekten ileri gelen bir çeşit kararsızlık da çağdaş Fransız edebiyatçısını yürüyeceği yolu seçmekte büyük güçlüklere uğratmaktan geri kalmıyor.
Tarihsel gelişimi içinde Fransız edebiyatçısı için tabii bulduğumuz bir ruh durumunu, taptaze bir edebiyat kurmakta olan Türk yazarları için de mazur görmeye imkan var mı? Ne yazık ki biz sanat görüşümüzü daha çok Fransa’dan esen havanın etkisi altında kurmaktayız. Bu bizim için büyük bir talihsizliktir. Fransız sanat ideolojisinin hasta yapısından Fransızların aklı başında düşünürleri de yanıp yakılırken, iç dünyasını büyük yarınlara bakarak ayarlaması gereken Türk sanatçılarının karamsarlığın her çeşidinden uzak kalmaya çalışmaları gerekmez mi? .
Mizaç dediğimiz ruh yapısına bağlı bir karamsarlık var ki ona bir diyeceğimiz yok. Ama sanat üzerinde düşünenlerin, sanatçıya örnek gösterirken en karanlık ve karamsar yazarları seçip ayırmaları ve edebiyatta başarıyı ancak bu örneklerin izinden gitmeye bağlamaları genç edebiyatımız üzerinde öylesine zararlı bir baskı yaratmaktadır ki, tehlikeyi görenler, gençlere gitgide genişleyen bu hastalıklı havanın körpe ciğerleri üzerinde ne büyük yıkıntılara yol açabileceğini anlatarak onları vaktinde uyarmalıdırlar.
(Varlık, sayı 439 – 1956)