ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR- Yaşar Nabi Nayır Dikkat ediyor musunuz? Son zamanlarda uzun şiire doğru bir akım göze çarpıyor. Gene şu son zamanlarda, geçen yıl
ŞİİR ÜZERİNE NOTLAR- Yaşar Nabi Nayır
Dikkat ediyor musunuz? Son zamanlarda uzun şiire doğru bir akım göze çarpıyor. Gene şu son zamanlarda, geçen yıllara bakarak şiirimizde, demeye dilim varmıyor, adeta bir zayıflama, bir yavaşlama görülüyor. Acaba ikisi arasında bir bağlantı var mı dersiniz? Öyle olmasından korkuyorum. Şiirin bizi doyurması için her dizesinin güzel olması, hiç bir yanında bir kusur bulunmaması gerekir. Oysa on dizelik bir şiirde gösterilen başarıyı yüz dizelik bir şiirde elde etmek değme babayiğidin harcı olmasa gerek. Belki mümkündür ama o türlü bir şiire on misli zaman harcamak şartıyla. Oysa çok kere, uzun yazmaya alıştı mı, şairin -ne hikmettir- daha bol eser vermeye başladığının, kendini kolaylığa kapıp koyuverdiğinin örnekleriyle dolu çevremiz.
Lirizminden bir şey kaybettirmeden bir şiiri uzatabilmek çok zor iş. Bunun için şaire bir Valery’nin soluğu ve sabrı gerek. O yüzden şiirlerin daha çok hikayeye kaydırılarak uzatıldığını görüyoruz. Gerçi yeni şairler bu işi eskilerden daha ustaca yapıyorlar. Hikayeyi düpedüz söylemiyor, elden geldiği kadar lirik bir kılığa sokuyorlar. Ama ne de olsa şiiri uzatan bu hikayeleştirme ona lirikliğinden -dolayısıyla sanat değerinden biraz fedakarlığa mal oluyor.
Kim ne derse desin, ben şiirde epope çağının tarihe karışmış olduğuna inanıyorum. Artık manzum hikaye, manzum roman yazılamaz. Yazılmasına yazılır elbet, ama bu yollardan gerçek sanat eseri meydana getirmek zordur. Jocelyn’i bugün açan var mı? Hugo’nun epik şiirlerini okumak için az mı sabır ister? Homeros’un örneği sizi yanıltmasın. Homeros, şiir sanatı bakımından değil, hikaye sanatı bakımından eşsiz bir güç gösterdiği için yaşıyor. Eserleri manzum olmasaydı değerinden ne kaybederdi? Hem okunan çevirileri daha çok nesir değil mi?
Ya destan? diyeceksiniz. Destan da manzum hikaye ve romanın ilkel biçiminden başka nedir ki? Destanın ulusal sanatlarımız arasında yeri olduğunu tekrarlayıp duruyoruz ya halk şiiri deyince destanlara değil, koşmalara başvuruyoruz. Nasıl ki, divanları açınca da kasidelere değil. gazellere göz atıyoruz.
Destanını okutabilmek için bir şairin apayrı bir yetenek taşıması, bize hiç alışık almadığımız bir yenilik getirmesi gerekiyor. Ama ya konunun bizi yakından ilgilendirmesi, gündelik kaygılarımızı dile getirmesi, ya da karşımıza çıkan tarzın taze bir çeşni yaratması yüzünden bugün dikkatimizi çeken bir destanın aynı vasıflarıyla zamana karşı koyabileceğini tahmin etmiyorum. Dünden bize kalan şiirde tasfiyeye uğrayan epiğin bugünden yarına devredeceğimiz eserlerde daha başka bir talihi olması için sebep göremiyorum. Bugün Fikret’i, Haşim’i, Yahya Kemal’i okuyoruz. Ama Hamid’i, Akif’i okumuyoruz. Onlara ihtifaller yapmakla yetiniyoruz. Okunmayı mı, ihtifali mi tercih edecekler? İşte bugünün şairlerini düşündürecek bir konu.
Üzerinde derin bir etki yapmış bir olayı anlatmak isteyen aynı zamanda şiirin lirizmden ayrıldığı ölçüde ölüme mahkum olduğunu anlamış bir şair ne yapar? Bence Fazı! Hüsnü Dağlarca bize bunun cevabını "Üç Şehitler Destanı» ile vermiştir. Bir destan yazmak, istiklal savaşımızın şanlı bir sayfasını gelecek kuşaklara armağan bırakmak istemiş. Bu işe girişirken destan, ulusal bir sanatımızdır diye eski destanların vezin ve kafiye ölçüleriyle alabildiğine say¬falar doldurmaya yanaşmamış. Konusunu, hikaye unsurunu bütünüyle eritecek şekilde bölümlere ayırmış, her bölüm için, tıpkı öteki şiirleri tarzında, ayrı ayrı okundukları zaman değerlerinden bir şey kaybetmeyen, öncesi, sonrası aranmayan, tam anlamıyla lirik parçalar yazmış. Bunların bütünü destanı meydana getiriyor. Ama her parça ayrı bir lirik şiir. Yalnız bu buluştaki sezgisi bile Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın büyük bir şair olduğunu göstermeye yeter.
Yeni şiirin tek sesli bir koro etkisi yaptığından sızlananlar var. Bir bakıma haklıdırlar. Ziya Osman, bir gün «Çocukluğum» diyecek oldu, o gün bugündür çocukluğunu özlemle anmak genç şairlerin başlıca kaygılarından biri haline gelmiştir. Cahit Sıtkı ölüm üzerine ölümsüz şiirler yazdı. On yedi yaşında delikanlılar "Ölüm! Ölüm!» diye deli dervişler gibi zikreder oldular. Cahit Külebi bir gün "Memleketim» diye heyecanla ürperdi. "Memleket» üzerine şiirler seri halinde önümüzden geçit yaptı. Ya "Özgürlük», ya "insan», ya "Geçim sıkıntısı?» Bunlar her yeni şairin üzerinde bazusunu denediği birer kuvvet ölçme aleti haline gelmiştir.
Ama bu şikayet konusu yalnız bugüne özgü bir dert mi? Bana kalırsa hiç bir çağda Türk şiiri, gerek söyleyiş, gerekse konu bakımından bugünkü kadar çeşitli olmamıştır. İnsanın aklına gelebilecek her şey bütün şiire girebiliyor. Sonra ne kadar şair varsa demeyeyim, ne kadar özlü şair varsa o kadar ayrı söyleyiş edası olduğu da su götürmez. Oysa biz Fikret’ in, Cenab’ın, Yahya Kemal’in ya da Faruk Nafiz’in memlekette adeta birer şiir tekeli kurdukları çağlar görmüşüzdür. O zamanlar bu taklitçilikten şikayet etmek ihtiyacını duymamış olanların bugünün şairleri¬ne yan bakmaları haksızlık değil mi?
Yeni yetişenler elbette ki, güçlü şairlerin etkisi altında kalacaklar. Nitekim o güçlü şairlerin de ilk şiirlerini ele alırsanız, onların da taklit dönemleri olduğunu görürsünüz. Yeni şiirimizden umutsuzluğa düşmek için ortada hiç bir neden yok. Halk ve divan edebiyatımızda dizelerin ve beyitlerin şairden şaire olduğu gibi aktarıldığı, sembol ve benzetmelerin bin kere tekrarlandığı zamanlara bakarak elbette ki çok ilerdeyiz.
Klasik yapılı şiire genç şairlerimiz artık yanaşmaz oldular. Tarancı’nın ya da Dranas’ın ara sıra ölçülü, kafiyeli şiirler yazdığına aldanmayın. Onlar bile bunu yaparken bir çekingenlik gösteriyor, eskiye dönmüş görünmemek için birtakım yeni söyleyiş şekilleri ve kalıpları aramak ihtiyacını duyuyorlar.
Oysa Tarancı ile Dranas, 1934-35 sıralarında bu ölçülü şiiri gerçekten övünülecek bir aşamaya eriş¬tirmiş bulunuyorlardı. O zamanki çalışmaları çok şey vadediyor, dilimiz yeni ve zengin bir musiki kazanma yolunda adım adım ilerliyordu. Sonra, o tür birden¬bire bırakıldı. Şiirimiz yeni sesler kazandı, apayrı çeşnide güzel, çok güzel şiirler yazıldı. Ama ne Cahit, ne Muhip, bırakmış oldukları aşamaya dönerek o eski türü devam ettirmeye bir daha cesaret edemediler. Ara sıra bir yeni heveslinin ürkek ürkek böyle bir denemeye giriştiğini görmüyor değiliz, ama bu alanda ciddi girişimler olmuyor. Acaba o bırakılan tür, gerçekten topyekun bırakılmayı hak edecek kadar yanlış bir yol muydu? Sanmıyorum. Çünkü Valery’nin sanatına götüren yoldu o. Bütün şairlerimiz Valery olsunlar da şiirimize Valery tarzı hakim olsun demiyorum. Ama o yarım bırakılmış yolun ne suçu olduğunu da anlamıyorum.
*
Geçen gün bir Fransız edebiyat dergisinde "Kuğuların Ölümü başlıklı bir şiir gözüme ilişti. Hala bu türlü konuları işleyenler varmış diye hayretle okudum. Şiirini şöyle bitirmiş ünlü şair: (Var mıdır ağlamayan kuğuların ölümüne!»
Garip soru, değil mi? insanın tam tersini soracağı geliyor: Hala kuğuların ölümüne ağlayanlar var mı dünyada? Hem de savaşta her gün on binlerce insanın ölümüne tanık olan kuşak içinde?
Böyle bir insan olabileceğini sanmıyorum. O şiiri yazan bile ne bir kuğunun öldüğünü görmüş, ne de o yüzden ağlamıştır. Ama kuğuların ölümüne ağlamanın güzel bir edebi tema olduğunu sanıyor, kuşların en güzeliyle sonuçların en kötüsünü bir dizede birleştirerek aklınca estetik bir heyecan yaratmak istiyor. Oysa tam tersi oluyor. Ancak gülünç bir etki bırakıyor.
Geçenlerde genç dergilerden birinde bir genç şair durup dururken Cahit Sıtkı’ya hücum etmek lüzumunu duymuştu. Son şiirleri güzel değilmiş. Artık şiiri bırakmalıymış v.s …
Ayıp şey! Cahit Sıtkı’nın son şiirlerini zayıf bulmuşsa bu düşüncesini belirtmekte elbette ki serbesttir. Ama ona artık yazmamasını tavsiye etmek yetkisini kendinde nasıl buluyor? Bir şairin her şiiri aynı güçte doğmaz. Tarancı’nın çok daha zayıf şiirler yayınladığı dönemler de oldu. Ama arkasından yine güzelleri gelmiştir. Dikkat ediniz, Cahit’in bir şiirini zayıf buluyorsak daha önce o imza üstünde gördüğümüz şiirlerle kıyaslayarak bu yargıya varıyoruz. Yoksa Cahit’in en zayıf bulduğumuz şiirinde de öyle bir usta şair edası var ki, değme hevesli öylesine erişemez.
Bir bakıma Cahit’in bu türlü yergilere sevinmesi gerek. Çünkü şimdiye kadar böyle hücumlar ancak Yahya Kemal’e yapılırdı. Demek onu da artık sahne¬den çekilmesini isteyecek kadar ustalık tahtında görenler var.
Büyük şair neden yetişmiyor artık diye soranlar oluyor. Büyük şair diye kime dediklerini öğrenmek istiyorsunuz. Örneğin, diyorlar, Fikret gibi, Hamit gibi, Yahya Kemal gibi. Acaba bugün haklı ya da haksız olarak büyük şair sayılanlar gençlik çağlarında da aynı sıfata layık görülüyor muydu? Sanmıyorum. Gerçek sanatçılara zamanın kattığı özel bir değer var. Günümüzden uzaklaştıkları, eskidikleri ölçüde, okunmasalar da, ezbere övüle övüle ünleri büyüyor.
Sonra unutmamalı ki, bugünün toplumu "büyük şair» lik bağışlamakta çok daha kıskançtır. Bugün büyük şairlerden yoksun değiliz, hatta, belki her çağdan fazla zenginiz bu bakımdan. Ama bir kere zevklerde alabildiğine bir çeşitlilik peyda olmuş. Değer yargıları temelinden sarsılmış. Birinin hayran olduğuna öteki başını çevirip bakmıyor bile. Bir kabuk değiştirme çağı yaşıyoruz. Bugünkü büyük şairlerimizin büyüklüğünü zaman geçtikçe, onlar yaşlandıkça daha iyi kavrayıp değerlendireceğiz. Neslimizin günahına girmeyelim.
Bugünkü edebiyatımız romansızdır, o kadar romansız ki, en genç romancımızı (tabii edebiyat dışında kalanlar sözümüzün de dışındadır) belirtmek için Reşat Nuri’ye yada Peyami Safa’ya kadar çıkmak gerekecek galiba.
Elbette ki, daha gençler tarafından hiç roman yazılmadı değil. Ahmet Hamdi Tanpınar var. Sabahattin Ali’nin bir iki denemesi var. Orhan Kemal’in hatıra ile hikaye arası. «Küçük Adamın Notları» var. Daha başka adlar da sıralayabiliriz. Ama bunlardan hiç birine tam bir gönül rahatlığı ile henüz romancı diyemiyoruz. Çünkü bu sıfatı vermek için ölçü olarak Hüseyin Rahmi, Halit Ziya, Yakup Kadri, Halide Edip gibi bütün ömürlerini bu yolda harcayan ustaların bıraktıkları eserlerin bütünü geliyor gözümüzün önüne.
Tanzimattan bu yana, yani Doğu geleneğinden sıyrılmaya başladığı tarihten beri şiirimiz devamlı bir gelişme içindedir. Ancak Tanzimattan sonra ilk adımlarını atmaya başlayan hikayeciliğimiz, geleneksiz oluşundan kuvvet alıyormuş gibi şaşırtıcı bir hızla ilerlemiş ve bugünkü parlak aşamasına erişmiştir. Romancılığımız ise, edebiyatımızın yenileşme döneminde büyük vaitlerle dolu bir çıkıştan sonra, nefesi kesilmiş gibi birdenbire duraklamıştır.
Bunun sebebi nedir?
Bu sorun üzerinde durup düşünmek gereğini duymuş olanlar öyle sanıyorum ki, henüz derde doğru bir teşhis koyabilmiş değildirler. Bu hususta hüküm vermeye kalkışanların çoğu kestirip atıyorlar: Sebep, gençlerde soluk kıtlığıdır.
İlk bakışta bu yargı çekicidir. Şiir ve hikaye bir çırpıda yazılabilen eserlerdir. Uzun bir soluğa ihtiyaç göstermeyebilirler. Bu sahalarda başarı gösteren gençlerin romana heves etmeyişleri veya edenlerin esaslı eserler vermeden vazgeçişleri, soluk kıtlığı ile pekala açıklanabilir.
Oysa genç edebiyatımızın romansız oluşunun nedenleri bence çok daha çeşitli ve çapraşıktır.
Maddi sebepleri en başta saymak gerek.
Bugün roman anlayışı, eskisine göre çok değişmiştir. Ticaret romanı ile sanat romanı, daha ilk bakışta göze çarpan, ayrı vasıflar taşır olmuştur. Yakın zamanlara kadar ayrılık bu derece açık değildi. Hemen bütün romanlar sanat iddiasıyla yazılıyor, bunlar ancak yazarlarının gücü ölçüsünde yükselebiliyor, kanatlarının takati yetmeyenler edebiyat katına erişemeden sönüp gidiyor ama hepsi gazeteler, yayıncılar ve okuyucular tarafından farksız muamele görüyorlardı. O zamanlar henüz okuyucunun ne çeşit roman istediği konusunda patronların bugünkü kadar açık ve geniş kanıları yoktu. Bugün gazeteci de, kitapçı da kendi okuyucularının istedikleri romanın niteliği hakkında kendilerine göre bir norm tayin etmişlerdir. Bu norma uyan romanların aynı zamanda sanat eseri kalitesini taşımaları ise adeta bir mucizeye bağlı kalmıştır.
Böylece, sistemli bir şekilde abur cubura alıştırılan okurların zevk düzeyi düşürüle düşürüle, sonunda gerçek sanat romanlarına gazetelerle kitapçıların kapıları sımsıkı kapanır olmuştur.
«Marifet iltifata tabidir», sözü roman için de doğrudur. Gerçi yazar için yazmak bir ihtiyaçtır. Sağ¬lam bir roman meydana getireceğinden emin olan sanatçı, bunu ne yapacağını düşünmeden, kendi zevki için yazar. Birçok büyük romanlar para kazanmak hırsı hiç işe karışmadan meydana gelmiştir. Öyle ama, sanatçı hiç değilse romanını yayınlamak, okuyucunun önüne koyabilmek imkanına sahip olmalıdır. Bu da olmazsa, bir iki sonuçsuz denemeden sonra yeteneğini daha kolay ün sağlayan yollarda harcamasını tabii görmek gerekir. Romancı doğmuş adam, bakarsınız, bu rağbetsizlik yüzünden şiir yazar, hikaye yazar, makale çırpıştırır veya işi gazeteciliğe döker. Bizde böyle daha ilk adımlarında, yeşil ekinler gibi biçilmiş kabiliyetlere birçok örnek bulabiliriz.
Yakın zamanlara kadar yetişmiş ünlere hiç değilse romanlarını gazetelerde tefrika etmek, kitap halinde bastırmak imkanını bir dereceye kadar buluyorlardı, bunun karşılığında ellerine az da olsa, bir para geçeceğinden de emindiler. Üstelik, romancılığın kendilerine sağladığı ün ayrıca resmi makamlarca korunmalarına, refahlı bir hayata kavuşmalarına da yardım ediyordu.
Bugünse bütün bu şartlar tersine dönmüştür. Dediğimiz gibi, edebiyat alanında bir zevk devrimi meydana gelmiştir. Gerçek sanatın yolunu tutan edebiyatçılar, gazetelerle kitapçılardan iltifat görmüyorlar. Resmi makamlarsa artık edebiyatın koruyucusu rolünü bırakmış gibidirler, ya da yalnız kendilerini tutanları bol keseden besler olmuşlardır.
Bu durumda genç edebiyatçı ne yapsın’? Hiç bir zaman gün yüzü görmeyecek romanlar yazıp, tomar tomar müsveddeleri sandığına istif mi etsin? Yapamaz bunu … O da insandır: beğenilmek, anlaşılmak, alkışlanmak ister. Maddi karından vazgeçse bile, çalışmalarının manevi hazlar sağlaması isteğinden vazgeçemez. Üstelik de yoksulsa, hayatını kazanmak için ağır bir işte yıpranıyorsa, dinlenmeye hak ettiği boş zamanlarını başarı derecesinden bile emin olamayacağı uzun soluklu eserlere harcamak istemiyor diye onu ne hakla suçlayabiliriz.
Roman, unutmayalım ki, edebi türler içinde, sanatçıdan en çok zaman isteyenidir. İşinden dönüşünde ev gaileleri arasında geçen bir iki saatini edebiyatçı roman yazmaya ayırsa bile bundan gücü derecesinde bir sonuç alamaz. Roman, ‘hakkiyle yazılmak için hakkiyle yaşanmak ister. Yani, romancının hem yaşamasına, hayatı yakından görüp tanımasına, hem de ayrıca romanını kafasında uzun boylu yaşayıp kıvamına getirdikten sonra devamlı bir çalışma ile kağıda dökmesine ihtiyaç gösterir. Edebiyatçının geçim belası uğraştığı başka bir işi olmasa bütün zamanını eserine vererek beş altı ayda, bilemedin bir iki yılda meydana getireceği bir eserle, işinden ve boş zamanlarından çaldığı saatlerle çırpıştırdığı roman arasında kalite bakımından büyük bir fark bulunmak tabiidir. Genç edebiyatçılarımızın umutsuzca giriştikleri denemelerin pek parlak sonuçlar vermemesine onun için hiç şaşmayalım.
Bu şartlar içinde usta bir romancı olacak istidatlı bir şair, bir hikayeci ya da bir gazeteci olarak kalmaya mahkum bulunmaktadır.
O halde roman bakımından yarından umut kesmek mi gerek? Bu olumsuz şartların yarattığı engelleri küçümsemeden yine de umut verecek belirtiler yok değil.
Gerçek romanın zevki, tercüme romanlar ve yerli hikayeler yoluyla hikayeciye yavaş da olsa aşılanmaktadır. Bu romanı anlayanların, sevenlerin sayısı gün geçtikçe artacak, dolayısıyla de romancılarımızın bugün karşılaştıkları güçlükler kısmen azalacaktır.
Sonra unutmayalım ki, bugün hikaye alanında göz kamaştırıcı bir olgunlukla beliren imzalardan çoğu roman için henüz genç sayılacak yaştadırlar. İlerideki eserlerine imkan yaratıldığı ölçüde onların da solukları genişleyecek, yarın roman alanında kendilerini usta işi eserlerle tanıtmak fırsatına daha geniş ölçüde sahip olacaklar.
Hikayecilerimiz arasında kısa ve hikayemsi eserler halinde de olsa romana doğru bir kımıldanış var. Bu güzel ve canlı istidadın layıkıyla gelişebilmesi için gazetelerimizle kitapçıların bu genç edebiyata biraz daha ilgi göstermelerini dileyelim.
(Varlık, sayı: 368 – 1951)