ŞİİRLE SAVAŞ- Behçet Necatigil Şiirin eski savaşçılarından biriyim, yorulmadım, yorgun değilim. Yıllar önce «Evlerle savaşımız savaşların çetini
ŞİİRLE SAVAŞ- Behçet Necatigil
Şiirin eski savaşçılarından biriyim, yorulmadım, yorgun değilim. Yıllar önce «Evlerle savaşımız savaşların çetini» demiştim, şiirle savaşım da, çetinlikte evlerle savaştan geri kalmadı. Basılı ilk şiirim 1935 Ekiminde çıktığına göre, ben bu savaşta, bu yılın ekiminde kırk yılı mı dolduruyorum. Uzatmalı bir nefer. Çevik, atak değilim, ama tecrübem var ve şiirle savaşa, geri karakollarda hala katkım olabilir.
Şiirle savaşlarda insanı en üzen taraf, ele geçirdiğimizi sandığımız kesimlerin çok geçmeden elimizden çıkıvermesi, değerini yitirmesidir. «Nam ü nişane kalmadı fasl-ı bahardan. Düştü çemende berk-i dıraht itibardan» diyor Baki. Mevsim geçmiş, iz eser kalmamıştır bahardan. Bahçelerde yapraklar bile yok şimdi. Gözden düşüyor, dökülüyor, unutuluyor her şey … diyor Baki. Peki neden? Neden başarı sandığımız, başarısızlık oluvermiş, verdiğimiz, verdiğimize inandığımız emekler boşa gitmiştir? Bunun nedenleri üzerinde durmak istiyorum.
«Okunsun çok sonra da yazdığın. Öncekini öyle yaz!» – Birkaç şiiri olsun belleklere geçmiş bir şair, bu savaşta zafer kazanmış; ölümden, yani unutulmaktan kurtulmuş mudur? Bu birkaç şiirin yerini sayılı dizeler, beyitler de alabilir; başlıklar ve bir şiirin genel havası da alabilir. Şairin, şiir hayatı boyunca izlediği bir doğrultu da olabilir bu zafer. Zafer, yani şair üzerinde olumlu birkaç söz, yargı… Yoksa uzun hikayesini, çok zaman, şair kendisi bile unutmuştur. Bellek zayıflayınca, araya zaman girince, elekten akıp gidiyor şiirler.
«Avazeyi bu aleme Davut gibi sal. Baki kalan bu kubbede bir hoş seda imiş» – Evet, unutulur en güzel şiirler bile. Ama yerlerinde bir ses, topluca bir ses, bir hava, zaman zaman duyulabilecek bir yankı kalmışsa vardır o şair. Ve sesin «davudî» olması da şart değil Bir şair, bir tarihte, şiir kitabına «Yüksek Sesle Okuyunuz!» başlığını koymayı düşünmüştü. Şiirin gür sesle okunmalık oluşu, ya da içten bir dua gibi yavaş okunmaya yatkınlığı, ne yazıldığı günler, ne de ilerisi için, tek başına bir yaşama güvencesi değildir. Dua dedim, evet: Güçlü şiir ya bir hayır – ya da bir bedduadır. Bir duruma isyan, bir durumdan yakınma neden ille gür sesli olsun? «Şiirde ses» denen şeyi, sesin yanı sıra görüntüyü, ben şöyle anlıyorum:
Şiirde ses ve görüntü ayarlaması, televizyondaki gibidir. Aletin içindeki çapraşık parçaların sağlıklı düzenine, bütünlüğüne, işlev uyumuna bağlıdır. Parazitleri önlemek, düz yazıda bile kullanılmayacak sözcük dizilerine karşı uyanık olmakla mümkündür. Ve parazit dediğimiz şey, okuyuşa göre ya netleşir, yok olur, ya da büsbütün kulağı tırmalar. Şiir, okunuş yöntemini kendisi hatırlatır.
Görüntü ayarı daha çapraşık bir sorun. Görüntü kavramında yalnız hayalleri, simgeleri değil, içyapı özelliklerini de işin içine katıyorum. Şiirin içyapısı sözcükleri dağıtım düzeninden, sözcüklerin sıralanışından, onların simetrik ve paralel konumlarından oluşur. Günümüz şairlerinin pek önem vermedikleri içyapı, ayrıntılı ve çapraşık çatılar toplamıdır. Bu toplamın birimleri simgelerdir, buluşlardır, bir sözcüğün tek başına taşıdığı ya da değişik uzaklıklarda sözcüklerin yaratacakları çağrışımlardan doğacak anlam çokluğudur, edebiyatın türlü sanatlarıdır.
Şiir, bilgi mi? Kuramsal bilgilerle mi yazılır şiir? Yoo, hayır, küçültür şiiri bu. Bilgiyi, bildiriyi öne alarak, standart maddelerle şiir yazanlar da olur. Ama şiir bir yaşantıdır; bize el koymuş, içimize taş gibi oturmuş olayları, olguları biçimlere, kalıplara dökme işidir. Her anlamıyla «bilgi», bu eriyikte, bu homojen kitlede, artık o bileşimin bir öğesi olmuştur. Sivrilikleri giderilmiş, etki dozu artmış bir öğe. Bilmeyen ne kadar yazar; ama bilginin nasıl kullanılacağını, nasıl yazılacağını bilmektir şiir.
Yalın şiir, bilgiden yoksun şiir, tek yönlü şiirdir. Oysa şiir, kesin bir açıklama, bir bildiri değildir; şaşmaz doğru, doğrultu değildir, tek yön değildir. Dilediğimiz yollara, yolculuklara açık, çeşitli yönlerdir, türlü doğrultulardır. Ben, düşündürücü yanlarını çoğaltmış, yatırım ve çabaları çokça, çokgen bir şiirden yanayım. Şiiri ağırlaştırıp, atraksiyonlara, süslere yatırıp, özü havasızlıktan boğmak değildir bu. Ve şiiri düşündürücü yapan şey, kimi sözcükler arasında, belki hemen görülemeyen hesaplı bir örgüdür, dikkatli bir trafiktir. Sürücüleri çok hızlı şiirlerde sakatlıklar, insanlar dünyasındaki taşıt kazalarından daha çoktur. Sonra çalçene şiirler vardır ya da bir kazan suda, etkisi yetersiz, sentetik bir madde.
Şiir, bir sorun, bir durum üzerinde ölçülü konuşan, susunca da bizim düşünmemizi bekleyen bir olgunluktur, bir kıvamını bulmadır. Yani ben, şiir eğitimi diye bir şey olduğunda ısrar ediyorum ve böyle bir eğitim, ancak kendi milletimizin, şiir serüvenini, şiir tarihimizi yaşamakla, kavramakla sağlanır. Sadece zaman bakımından bize en yakın şairlerimizin verimlerini, çeviriler yoluyla, ya da asıllarından günümüz dünya şairlerini benimsemekle, onlara benzemek çabalarıyla gerçekleşemez bu eğitim. Örneğin, söz ve anlatım sanatları, edebiyat sanatları diye bir şey var: adları henüz Türkçeleştirilememiş sanatlar. Her millette var. Duyguyu, düşünceyi, buluşu, bildiriyi eritip kaynaştırıp perçinleme araçlarıdır bunlar, yani «kaynak yapmak». Divan şiiri bunları kullanıyordu. Divan şiiri diriltilsin demiyorum, imkansız bu. Yalnız şu var: Montaj ve çağrışım «geçme»leri, kenetlenmeleri, modem şiirde çok önemli ilkelerdir. Bunlar şiire dayanıklılık sağlar, montaj ve çağrışım kaynaştırmaları. Ama bir disiplin ister bu iş, sabır ister, serinkanlılık ister. İnsanların, nesnelerin, eşyaların olduğu gibi, dilin de bir hayatı, bir serüveni vardır. Her serüven, her yaşantı anlatış hünerleri ve söz sanatlarıyla ilginçlik, özgünlük kazanır. Şiirle savaş, şiir atı Pegasos’un gemlerini, dizginlerini ustaca kavramayı gerektirir.
Entellektüel şiiri mi savunuyorum? Öyleye benziyor. Yaz Dönemi (1963)’ndeki şiirlerimden başlayarak uzun bir süre, bu önerilerimi kendim uygulamaya çalıştım. 1970 – 1972 arasında Kareler başlıklı 30 – 35 şiirde bu işi daha da ileri götürdüm: Sözcüklerin aralarını açtım, sözcüklerden değişik kombinezonlarda başka başka anlam dizileri çıkarmayı denedim. Bir deniz fenerinin tek odaktan yaydığı ve nesnenin türlü yanlarını, görünümlerini gösteren ışın demetleri gibiydi bunlar. Bu Kareleri de amacım, okuyucunun rastgele bir şiirde, alışılmış yazışın içinde de böyle şeyler aramasına dikkati çekmek isteğiydi. Bütün öğeleri, öznesi, yüklemi, tümleçleri yerli yerinde, kurallı ya da devrik cümlelerle şiir yazmanın, ne diyeyim, öyle pek zor bir şey olmadığını göstermek isteğiydi. Şiirin bazı boşlukları, kopuklukları, eksikleri olursa, daha çok şeyleri aynı anda anlatabileceği inancıydı.
Bugünse «Yaz Dönemi» ya da «İki Başına Yürümek» gibi kitaplardakine, hatta daha önce yazılmışlara benzer şiirlere döndüm. Şiirle savaşta siperlerim elden gitti de gerilere ondan mı çekildim? Hayır. Harpteki gibi, şiirde de hatt-ı müdafaa değil, sath-ı müdafaa vardır. Dar bir çizgide değil, geniş bir yüzeyde savaşırız, savunuruz topraklarımızı. Şiir kesiminin her noktası bir plan, bir strateji, bir taktik gerektirir. Fakat bir iş bölümüdür bu ve cephe değiştirmek şairin elindedir. Geniş yüzey dedim ya, şiirle savaş, zamanın uzunluğu düşünülürse, sınırlı kesimlerde parça parça olur. Aynı anda her yana nasıl yetişirsin? İster sınır boyları, ister cephe gerisi – yeter ki, her şair, kendi yeteneğinin, kendi silahının onurunu korusun!
Gene Baki’yi hatırladım: «Dikkatler ile seyrederiz yari serapa Görmez mi idik olsa idi zerre vefası» – Onun gibi, bütün şairlerle, şiirlere dikkatler ile bakıyoruz; şiirle savaşın hakkını verenleri, eğitim görmüşleri, bu işin çilesini çekmişleri ve kendini esirgemeyenleri görmez olur muyuz?