Türk, şair. Anadolu'da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştir. Yaşamı konusunda yeter
Türk, şair. Anadolu’da tasavvuf akımının ve Türkçe şiirin öncüsüdür. İnsan sevgisine dayanan bir görüşü geliştirmiştir.
Yaşamı konusunda yeterli bilgi olmadığı gibi onunla ilgili kaynaklarda anlatılanlar da birbirini tutmaz. Nerede, hangi yılda doğduğu kesinlikle bilinmiyor. Kimi kaynaklarda Anadolu’ya Doğu’dan gelen Türk oymaklarından birine bağlı olup, 1238 dolaylarında doğduğu söylenirse de kesin değildir. 1320 dolaylarında Eskişehir’de öldüğü söylenir.
Batı Anadolu’nun birkaç yöresinde "Yunus Emre" adını taşıyan ve onunla ilgili görüldüğünden "makam" adı verilen yer vardır. Yapılan araştırmalara göre şiirlerinin toplandığı Divan ölümünden yetmiş yıl sonra düzenlenmiştir. Anadolu’da "Yunus Emre" adını taşıyan ve Yunus Emre’den çok sonraları yaşamış başka şairlerin yapıtlarıyla karışan şiirlerinin bir bölümü dil incelemeleri sonunda ayıklanmış, böylece 357 şiirin onun olduğu konusunda görüş birliğine varılmıştır. Gene Yunus Emre adını taşıyan ve başka şairlerin elinden çıktığı ileri sürülen 310 şiir daha derlenmiştir. Onun dil, şiir ve düşünce bakımından özgünlüğü ve etkisi, ilk düzenlenen Divan’daki şiirleri nedeniyledir.
Yunus Emre’nin şiirinde, edebiyat tarihi bakımından, dil, düşünce, duygu ve yaratıcılık gibi dört önemli sorun sergilenir. Bu sorunlar bir görüş ve inanış bütünlüğü içinde ele alınır, insan konusunda odaklaştırılır. Şiirde işlenen konular ise insan, Tanrı, Varlık Birliği, sevgi, yaşama sevinci, barış, evren, ölüm, yetkinlik, olgunluk, alçakgönüllülük, erdem, eliaçıklık gibi genellikle gerçek yaşamı ilgilendiren kavramlardır.
İnsan sevgi yoluyla Tanrı’ya ulaşır, çünkü insanla Tanrı arasında özdeşlik vardır. Ancak, insanın bu madde evreninde bulunması, tinin tanrısal kaynaktan uzak kalması bir ayrılıktır. Bu ayrılık insanı, yaşamı boyunca Tanrı’yı düşünme, ona özlem duyma olaylarıyla karşı karşıya getirmiştir. Gerçekte insan-Tanrı-evren üçlüsü birlik içindedir, var olan yalnız Tanrı’dır, türlülük bir "görünüş"tür. Çünkü Tanrı, kendi özü gereği, bütün varlık türlerini kapsar, her varlıkta yansır. Evreni kuran öğelerle insanın gövdesini oluşturan ilkeler özdeştir. Bu özdeşlik tanrısal tözün bütün varlık türlerinde, biçimlendirici bir öğe olarak bulunmasından dolayıdır. Tanrısal tözün nesnel varlıklarda bulunması bir "yansıma" niteliğindedir, çünkü Tanrı yarattığı nesnede yansıyınca "oluş" gerçekleşir.
Sevgi insanda birleştirici, bütünleştirici bir eğilim niteliğindedir. Yunus Emre, sevgiyi Tanrı ve onun yarattığı tüm varlıklara karşı duyulan bir yakınlık, bir eğilim diye anlar. Sevginin ereği yüce Tanrı’ya ölümsüz olana kavuşmak, onun varlığında bütünlüğe ulaşmaktır. Tanrı insanla özdeş olduğundan kendini seven Tanrı’yı, Tanrı’yı seven kendini sever. Çünkü sevgi kendini başkasında, başkasını kendinde bulmaktır. Sevginin olmadığı yerde, öfke, kırgınlık, çözülme ve birbirinden kopukluk gibi olumsuz durumlar ortaya çıkar. Sevginin değerini yalnız seven bilir, sevmek de bir bilgelik, bir olgunluk işidir. Yeterince aydınlanmamış, Tanrı ışığından yoksun kalmış bir gönülde sevginin yeri yoktur. Bütün varlık türlerini birbirine bağlayan, onları tanrısal evrene yönelten sevgidir. Sevgi bir çıkar aracı olmadığından seven karşılık beklemez. Dost kişi gerçek seven kimsedir (âşık). Dost başka bir anlamda da Tanrı’dır, kişinin gönlünde ışıyan tözdür.
Yunus Emre’de yaşamak tanrısal tözün bir yansıması olan evrende sevinç duymaktır. Çünkü, bütün varlık türlerinde Tanrı görünmektedir, bu nedenle severek, düşünerek yaşamayı bilen kimse her yerde Tanrı ile karşı karşıyadır. Yaşamak belli nesnelere bağlanmak, yalnız gelip geçici varlıkları edinmek için çırpınmak değildir. Böyle bir yaşama biçimi kişiyi tanrısal tözden uzaklaştırdığı gibi yetkinlikten, bilgelikten de yoksun kılar. Yunus Emre’nin dilinde bilge kişinin adı "eren"dir. Eren barış içinde yaşamayı, bütün insanları kardeş görmeyi, kendini sevmeyeni bile sevmeyi bilen kişidir. Onun gönlü yalnız sevgiyle, dostluk duygularıyla doludur. Evreni bir tanrısal görünüş alanı olarak bildiğinden, erenin evrene karşı da sevgisi, saygısı vardır. Erenin gözünde insan bir küçük evrendir, büyük evren ise tanrısal tözün kuşattığı sonsuz varlık alanıdır. Eren olma aşamasına ulaşmış kişide erdem, alçakgönüllülük, eli açıklık, yetkinlik, olgunluk bir bütünlük içinde bulunur.
Ölüm tinin gövdeden ayrılıp tanrısal kaynağa dönmesiyle gerçekleşir. Bu nedenle ölüm tinle gövde arasında bir ayrılıktır. Gerçekte ölüm yoktur, tinin ölümsüzlüğe ulaşması, yüce kaynağa dönüşü vardır. Çünkü, bütün varlık türleri tanrısal tözün yansıması olduğundan, salt ölüm de söz konusu değildir. Ölümün bir başka anlamı da bilgiden, erdemden, yetkinlikten, sevgiden yoksun kalmaktır.
Yunus Emre’nin şiirinde Yeni-Platonculuk’tan kaynaklanan Tasavvuf öğretisinin bütün sorunları bulunur. Bunlara yeni bir çözüm getirmez, Yeni-Platonculuk’un yöntemine dayanarak yorumlar ileri sürer. Bu nedenle onun şiiri Yeni-Platonculuk’un Türkçe açıklanışıdır.
Yunus Emre’nin edebiyat tarihi bakımından, önemli bir yanı da Anadolu’da, Türkçe şiir dilinin öncüsü olması ve tasavvuf sorunlarını yalın, kolay anlaşılır bir dille söyleyişi nedeniyledir. Şiirlerinin ölçüsü, Türkçenin ses yapısına uymayan "aruz" olmakla birlikte söyleyişi akıcı, sürükleyici bir nitelik taşır. Tasavvufun en güç anlaşılır kavramlarını, Türkçenin ses yapısına uygun biçimde dile getirir, şiirinde duygu ve düşünce birliğinden oluşan bir derinlik görülür. Yer yer yalın halk söyleyişine yaklaşan dilinde anlam-uyum bağlantısı bütüncül bir içerik taşır. Ona göre önemli olan bir sözü etkili biçimde söylemektir. Bu nedenle sözün boş bir kavram olmaması, bir varlık sorununu, bir düşünceyi dile getirmesi gerekir. İnsan ancak söz söyleme yetisiyle insandır, konuşan Tanrı durumundadır. Yunus Emre’de Türkçe, şiir dili olma yanında, düşünceyi içeren, açıklayan bir odak özelliği kazanmıştır.
Yunus Emre’nin biri şiiri, öteki düşünceleriyle olmak üzere, iki yönlü bir etkisi vardır. Gerek dili, gerek görüşleri bakımından halk şiirinin de öncüsü sayılmaktadır. Özellikle tasavvuf inançlarını benimseyen Alevi-Bektaşi geleneğini sürdüren halk ozanları üzerindeki etkisi büyük olmuştur.
YUNUS EMRE
Türk milletinin yetiştirdiği en büyük şairlerden biri olmasına rağmen hayatı hakkında yeterli bilgi mevcut değildir. Bu durum biraz da hayatının efsaneleşmiş olmasından kaynaklanmaktadır. Onun destanı hayatı Hacı Bektaş-ı Velî Vilâyetnâmesi’nde şöyle anlatılmaktadır:
Hacı Bektaş-ı Velî Horasan diyarından Rûm’a (Anadolu) gelip yerleştikten sonra veliliği ve kerametleri etrafa yayıldı. Her taraftan mürid ve muhibler gelmeye, büyük meclisler kurulmaya başlandı. Fakir halli kimseler gelir, nasip alır, giderlerdi. O zaman Sivrihisar’ın şimal tarafında Sarıköy denilen yerde Yunus derler biri, gayet fakir halli olup ekincilik ederdi. Bir vakit kıtlık oldu, ekinden bir nesne hasıl olmadı. Yunus, erenlerin bu güzel vasfını işitti. Herkesin bu kapıdan boş dönmemesi dolayısıyla bir bahane ile gidip kifaf denecek kadar bir şeyler istemeyi düşündü. Eli boş gitmemek için öküzüne dağdan alıç yükleyip Sulucakarahöyük’e doğru yola koyuldu. Karahöyük’e varınca, Hacı Bektaş-ı Velî huzuruna çıkıp "Ben fakir bir kimseyim, bu yıl ekinimden bir nesne alamadım ümiddir ki şu yemişi kabul edip karşılığında buğday veresiniz, aşkınıza kifaf edelim" dedi. Hacı Bekteş "öyle olsun" diyerek abdallara işaret etti, alıcı alıp paylaşıp yediler. Yunus bir kaç gün orada eğlendi, gidecek olunca, Hacı Bektaş’a haber verdiler, o da ‘’Sorun bakalım ne ister buğday mı, nefes mi verelim?" dedi. Sordular, Yunus "Ben nefesi neyleyeyim, bana buğday gerek" diye cevap verdi. Yunus’un cevabını Hacı Bektaş’a bildirdiler. Hünkâr "Varın Yunus’a söyleyin alıcının her tanesi için bir (iki) nefes verelim" buyurdu. Yunus dedi ki: "Ehl ü ayalim var, nefes karın doyurmaz, lutf edere buğday versinler, kifaf edelim." Bu sözü Hacı Bektaş’a arz eylediler. Bu defa "Varın söyleyin, alıcının her çekirdeği basma on nefes verelim" dedi. Yunus bu söze karşılık yine: " Ben nefesi neyleyeyim. Çoluğum çocuğum var, bana buğday gerek" diye ısrar etti, razı olmadı. Hacı Bektaş dilediği kadar buğday verilmesini emretti, öküzüne yüklediler.
Yunus veda edip yola koyuldu. Köyün aşağı ucunda olan hamamın öte başındaki yokuşu çıkınca aklı başına geldi, şöyle düşündü: "Vilâyet erine vardım, bana nasip sundular, alıcımın her çekirdeği başına on nefes verdiler, kail olmadım. Ne olmayacak iş ettim gafil oldum. İmdi buğday bir nice gün içinde tükenür, nefes ise ölünceye dek tükenmez, o nasipten mahrum kaldum. Geri döneyim, erenlerin eşiğine varayım, ola ki himmet ettikleri nasibi vereler." Yunus dönüp tekkeye geldi. Buğdayı öküzün arkasından indirdi. Halifeler bu hali görüp Yunus’a "Niçün geri geldün?" diye sordular. Yunus "Bana buğday gerekmez, o himmet olunan nasibi versinler" dedi. Yunus’un ahvali Hacu Bektaş’a arz edildi. Hacı Bektaş buyurdu ki "O iş simden sonra olmaz, biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın nasibini ondan alsın."
Yunus’a bunu duyurdular. Bu söz üzerine Yunus yola koyuldu, Tapduk Emre’ye geldi. Hacı Bektaş’ın selâmını söyledi, vâki olan hali anlattı. Tapduk Emre " Safa geldin, halin bize malum olmuştu. Hizmet et, emek yetir, nasibini al" dedi. Yunus dedi ki: "Ne hizmet var ise yapalum."
Tapduk’un tekkesinin ardında dağ vardı. Tapduk Yunus’u dağdan odun getirme hizmetine koştu. Yunus her gün dağdan odun getirir oldu. Odunu sırtına vurup getirirdi, ve eğrisini kesmezdi. "Erenler meydanına eğri yakışmaz" derdi. Tam kırk yıl bu hizmeti gördü.
Günlerden bir gün Anadolu (Rum) erenleri Tapduk Emre’nin tekkesine geldiler. Büyük topluluk oldu, meclis kuruldu. O mecliste Yûnus-ı Gûyende derler bir kimse vardı. Yunus da orada idi. Tapduk Emre cezbelenip hallenince Gûyende’ye "Yunus söyle" dedi. Gûyende işitmedi. Tekrar "Yunus, şevkimiz var, sohbet eyle işitelim" dedi. Gûyende yine işitmedi. Üçüncüsünde de Yûnus-ı Gûyende’den haber çıkmayınca, bu sefer ikinci Yunus’a (bizim Yunus) dönüp "Yunus vakit oldu, o hazinenin kilidini açtık, nasibini alıverdin. Sen söyle, bu mecliste sohbet eyle. Hünkâr varlığının nefesi yerine geldi" dedi. Yunus’un gönlü açıldı, gözlerinden perde kalktı, şevk denizine düştü.
Ağzını açıp inci ve cevahir saçtı. İlâhî hakikatlerin sırlarından, inceliklerinden öyle bir sohbet eyledi ki, işitenler hayran kaldılar. Sonra o ne söylediyse hepsini kaleme aldılar. Muteber bir divan oldu. Hâlâ mezarı Sivrihisar civarında doğduğu yere yakındır (Firdevsî-i Rûmî, Vilâyeînâme, Menâkıb-ı Hacı Bektaş-ı Velî [neşr. Abdülbaki Gölpmarlı], İstanbul 1958, s. 48, 49).
Yunus Emre hakkında, buna benzer daha birçok menkıbe ve destan mevcuttur. Onun bu destanî hayatının halk muhayyilesinde canlı ve zengin biçimde yaşamasına karşılık, delillere dayanan gerçek hayatı hakkında çok az şey bilinmektedir.
Yunus Emre, Risâletü ‘n-nushiyye adlı eserinin sonundaki "Söze tarih yedi yüz yidi-y-idi/Yunus canı bu yolda fidi-y-idi" beytiyle eserini 707 (1307-1308) yılında yazdığını ifade etmektedir. Bu eser Yunus’un olgunluk dönemine ait olduğuna göre, buradan onun yaşadığı çağ hakkında bazı ipuçları yakalamak mümkündür.
Yunus’un doğum tarihi ve yaşadığı dönemle ilgili olarak kaynaklarda farklı görüşler ileri sürülmüştür (bu görüşler için bk. Mustafa Tatçı, Yunus Emre Divanı, I, 12-15). Kaynaklardan bazıları onu Yıldırım devri (1389-1403) şairlerinden olarak gösterirken (Mecdî, s. 78), bazıları da Yunus’un Orhan Bey ile I. Murad devirlerini idrak ettiğini kaydetmektedirler (Âşık Paşazade, Tarih [haz. Atsız], An¬kara 1985, s. 193). Ancak son zamanlarda Adnan Erzi tarafından Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde bir mecmuada bulunan ve "Vefât-ı Yunus Emre, sene 720, müddet-i ömr 82" kaydını taşıyan bir belgeden ("Türkiye Kütüphanelerinden Notlar ve Vesikalar I, Yunus Emre’nin Hayatı Hakkında Bir Vesika", TTK-Belleten, XIV/53 (1950), s. 85-89), şairin 638 (1240-1241) yılında doğduğu ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Onun şiirlerinde de bu tarihlerin doğru olduğu-nu gösteren beyitlere rastlamak mümkündür:
Mevlânâ Hüdâvendigâr bize nazar kılalı
Anun görklü nazarı gönlümüz aynasıdur
Mevlânâ sohbetinde sâz ile sohbet oldı
Arif ma’niye taldı kim biledür ferişte
Fakih Ahmed Kutbüddin Sultan Seyyid Necmüddin
Mevlânâ Celâlüddin ol kutb-ı cihan kanı
Bu ifadelerden onun Mevlânâ’nın sohbetinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Mevlânâ’.nın 1273’te vefat ettiği dikkate alınırsa Yunus’un da bu sırada 33 yaşında olduğu ortaya çıkmaktadır. Yunus’un şiirlerinde zikri geçen bu şahsiyetlerin hepsi XIII. yüz yılın ikinci yarısı ile XIV. yüz yılın ilk yarısında yaşamışlardır. Böylece Yunus’un da aynı dönemde yaşadığı anlaşılmaktadır. Bu da Selçukluların sonu ile Osman Gazi dönemlerine rastlamaktadır.
Yunus Emre’nin şiirlerinden iyi bir tahsil gördüğü, Arapça ve Farsçayı bildiği tefsir, hadis, İslâm tarihi gibi dinî ilimleri okuduğu anlaşılmaktadır. Onun Kur’an’ı anlayacak kadar Arapçaya vâkıf olması, Sa’dî’den ve Mevlânâ’dan tercüme yapacak kadar Farsça öğrenmiş bulunması, İslâmî ilimleri ve tasavvufî gerçekleri bilmesi, devrindeki medrese tahsilini tamamlamış olmasından mı, yoksa sözlü bir kültürden mi kaynaklanmaktadır? Bu sorular tam olarak cevaplanmasa da Yunus’un bir öğrenimden geçtiği muhakkaktır. Nitekim şiirler bunun açık bir ifadesidir:
Mescidde medresede çok ibadet eyledüm
Işk odma yanuban andan hâsıla geldüm
Benüm gibi mücrim kul var iste bir dahi bul
Dilümde ilm ü usûl dilegüm dünyâ sever"
O devrin en önemli ilim ve kültür merkezinin Konya olması, Yunus’un şiirlerinde bir kaç yerde Konya adının geçmesi ve Mevlânâ ile görüşüp onun "görklü nazarından" feyiz aldığını söylemesi, tahsil merkezinin Konya olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir.
Yunus Emre’nin edebî kişiliğinin en önemli ve başarılı yönünü kullandığı dil oluşturur. Yunus Emre, XIII. yüz yıldan itibaren Anadolu’da gelişmeye başlayan yazı dilinin ilk devresini oluşturan ve Eski Anadolu Türkçesi diye adlandırılan safhasının en büyük temsilcisidir. Dili son derece güzel kullanıp işlediği ve geliştirdiği için bu devrenin oluşmasında ve Türkçenin bir yazı dili halinde teşekkül etmesinde en büyük rolü oynamıştır.
Yunus Emre Oğuzcaya dayalı Anadolu Türkçesi’nin bir yazı dili olarak kuruluşuna hizmet ederek Türkçenin edebî dil haline gelmesinde önemli rol oynadı. Yunus Emre, bu edebî dilin gelişmesinde tek basma değildir. Mevlânâ, Ahmed Fakih, Şeyyad Hamza gibi şairler, Sultan Veled, Dehhânî, Gülşehrî, Hoca Mesud, Âşık Paşa gibi şahsiyetlerin de Anadolu’da gelişmeye başlayan bu yazı dilinin kuruluşunda büyük emekleri olmuştur.
Yeni edebi dil oluşturulurken temeli halk diline ve sözlü edebiyat geleneğine dayandırıldığından, Yunus’un kullandığı dil de zamanında herkesin konuştuğu dildir. İnancı, yaşayışı, dünya görüşü vb. bakımlardan Anadolu insanının bir parçası olan Yunus’u dili bakımından halktan ayrı düşünmek imkânsızdır. Bu bakımdan yaşayan dilde var olan ve halkın rahatça anlayıp kullandığı pek çok Arapça, Farsça kelime Yunus Emre tarafından da kullanılmıştır. Ancak bunlar oransız değildir. Üstelik Yunus bu kelimeleri alıp kullanırken onları Türkçenin şekil ve ses âhengine tâbi kılmıştır. Böylece halkın ağzındaki lisanı almış, onu daha da zenginleştirip geliştirerek sonraki nesillere aktarmıştır. Bu yüzden şöhreti geniş bir sahaya yayılmış, Türk insanı onu severek okumuş ve hâlâ da okumaya devam etmektedir.
Risâlet’n-Nushiyye:707 (1307-8) yılında aruzun "mefâilün mefâilün feûlün" kalıbıyla yazılmış didaktik bir mesnevidir. 600 beyitten oluşan risalede baş kısımda 13 beyitlik "fâilâtün fâilâtün fâilün" kalıbıyla yazılmış bir giriş bulunmaktadır. Bu girişten sonra kısa bir mensur kısım yer almakta, mensur kısımdan sonra ise mesnevinin esas bölümlerine girilmektedir. Eser altı bölümden oluş¬maktadır. Bunlar ruh ve akıl, kibir ve kanaat, busu (öfke) ve gazap, sabır, buhl (cimrilik) ve haset, gaybet, bühtan.
XIV. yüz yıl mesnevi edebiyatımızın ilk örneklerinden olan Risâletü’n-nushiyye’de dil, üslûp, anlatım üstün bir çizgide olmakla birlikte, aruzla yazılmış olmasından kaynaklanan bazı aruz hataları¬na da rastlanmaktadır. Ayrıca, didaktik (öğretici) bir nitelik taşımasından dolayı, Yunus’un öteki şiirlerinde görülen lirizm bunda yoktur.
Yunus Emre’nin Divanının bütün yazmalarında yer alan eseri, Abdülbaki Gölpınarlı önce tenkitli metin halinde neşretmiş (İstanbul 1943), daha sonra sadece Fatih nüshasını nesre çevirerek yayımlamıştır (Yunus Emre, Risâletü’n-nushiyye ve Divan, İstanbul 1965). En son Mustafa Tatçı, eserin beş nüshaya dayalı olarak tenkitli metnini yayımlamıştır. (Risâletü’n-nushiyye, Tenkitli Metin, Ankara 1991).
Divan: 400 kadar şiir ihtiva etmektedir. Fakat Yunus’a isnat edilen şiirlerin sayısı daha fazladır. Buna da sebep kendisinden sonra "Yunus" mahlaslı başka şairlerin de gelmiş olmasıdır. Bu bakımdan Yunus’ların şiirleri birbirine karıştırılarak ve Yunus Emre’ye ait olmayan pek çok şiir ona ait gösterilerek divanın hacmi büyütülmüştür. Böyle olunca Yunus Emre’ye ait gerçek şiir sayısını tesbit etmek de güçleşmektedir.
Yunus, şiirlerinde hem hece hem aruz veznini kullanmıştır. Hecenin bütün şekillerine rastlanmakla birlikte, aruz vezniyle olanlar daha ziyade gazel kaside şeklindedir. Bunlar da çoğu zaman musammat tarzında olup beyitler ikiye bölündüğünde kıta şekline girmektedir.
Yunus Emre Divanı eski harflerle bir kaç defa yayımlanmıştır (Divân-ı Âşık Yûnus, İstanbul 1302, 1320, 1327, 1340). Ancak bunlar Yunus Emre’ye ait olmayan pek çok şiirin yer aldığı sağlıklı olmayan neşirlerdir. Yunus Emre Divanının yeni harflerle ilk defa Burhan Toprak üç cilt halinde yayımlanmıştır. (İstanbul 1933-1934; daha sonra iki cilt [İstanbul 1945] ve tek cilt olarak da [İstanbul 1953] neşretmiştir. Ancak bu neşir ilmî olmaktan ziyade Yunus Emre’nin tanınıp sevilmesinde yararlı olmuştur. Yunus Divanı’nın ilk ilmî neşri Abdülbaki Gölpınarlı tarafından yapılmıştır. (Yunus Emre Divanı, İstanbul 1943). Fakat devrin dil özellikleri göz önünde bulundurulunca, bu yayının bir çok hatalı tercihler ve yanlış okumalar ihtiva ettiği görülmektedir. Mamafih Gölpınarlı, sonradan yeni bir bakış açısıyla, bu defa nüsha farklarını göstermeksizin, Risâletü ‘n-nushiyye ile birlikte divanın daha sağlıklı bir neşrini gerçekleştirmiştir. (Yunus Emre, Divan, Risâletü’n-nushiyye, İstanbul 1965). Yunus Emre’nin şiirlerini, kendi devrinin dil özelliklerine göre en doğru biçimde tesbit edip, onları bir filolog gözüyle değerlendirip neşre hazırlayan araştırmacı ise Faruk K. Timurtaş olmuştur (Yunus Emre Divanı, İstanbul 1972). Gerçekten de bu neşirde Eski Anadolu Türkçesi’nin dil özellikleri aynen korunduğu gibi, divandaki şiirlerin sıralanışı da klasik tertibindeki şekliyle muhafaza edilmiştir. Bu yayında Yunus’a ait 192, öbür Yunus’a ait 15 şiir bulunmaktadır. Daha sonraki baskılarında (Ankara 1980, 1986, 1990) şiir sayısı biraz daha arttırılarak Yunus’un 324, öbür Yunus’un (Âşık Yunus) ise 37 şiirine yer verilmiştir. Ancak ilk baskıda «Yunus Emre’nin olarak gösterilen bazı şiirler, sonraki baskılarda Âşık Yunus’a ait olarak değerlendirilmiştir.
Bunlardan başka Yunus Emre’nin şiirleri pek çok kişi tarafından yayımlanmıştır. Bu yayınlar daha çok Gölpınarlı’nın neşriyle Timurtaş’in çalışmasına dayanmaktadır. Son zamanlarda Yunus Emre hakkındaki en derli toplu çalışmayı Mustafa Tatçı yapmıştır. Yunus Emre Divanı, İnceleme, Tenkitli Metin (Ankara 1990) adını taşıyan bu çalışma iki ciltten oluşmaktadır. Birinci cilt, Yunus’un hayatı, sanatı eserleri ve divanın tahlilinden, ikinci cilt ise tenkitli metin ve sözlükten meydana gelmektedir. Müellif on dört ayrı yazma divan ve mecmualardaki şiirleri karşılaştırarak sağlam bir divan metni ortaya koymaya çalışmıştır. Bu neşirde 415 şiir yer almaktadır.